5 Mayıs 2013 Pazar

Mutluluk-Mutsuzluk

Mutlu olmamızı sağlayacak onlarca hatta belki yüzlerce şeye sahipken küçücük bir şeyin bizi mutsuz etmesi inanılır gibi değil. Mutlululuğu kolay erişilebilir olarak görmeliyiz belki de veya mutluluğun hayatımızda pek önemli bir yere sahip olmaması gerek. Ben yazdım ama inanmadım.

15 Ocak 2013 Salı

Duygulanmamak Elde Değil

Birçok futbolcunun zorluklarla geçmiş hayat hikayeleri yaşadığı zor olaylar var. Sezon başında hayatını kaybeden Eskişehirsporlu Ediz Bahtiyaroğlunun da çocukluğu, gençliği sıkıntı içinde geçmiş. İşte babasının ağzından Ediz Bahtiyaroğlu

Babam 'gidiyoruz' dediğinde 13 yaşındaydım...
Evim diye bildiğim toprakları bırakıp, Türkiye’ye doğru yola çıktık. “Türkçe bilmiyorum ki, okula nasıl gideceğim” diye düşünüyordum. Babamın çok fazla parası da yoktu. Okula gitmek yerine bir fabrikaya girdim. Artık işçiydim.

Yıllar geçti. Ayten’i tanıdım. Hala işçiydim, hayat hala zordu. Evlendik ve üç çocuğumuz oldu. Çocukların hepsi güzel olur da, nedense en küçük olan hep daha farklı bir yere konur ya, işte bizim ufaklık da bir başkaydı. Daha annesinin karnındayken bile rahat durmuyordu. Benim diyen forvet öyle tekme yememiştir, Ayten’in yediği kadar. Yani 9 ay boyunca bir hakem olsa yanımızda, her gün çift sarıdan kırmızıyı yerdi. “Bak hanım, senin oğlun bu gidişle futbolcu olur” demiştim.

Ayten’i doğum için SSK’ya götürdüm. Bembeyaz tenli, renkli gözlü, 4 kilodan ağır bir bebek olarak dünyaya geldi. Ayten de yediği tüm tekmeleri unuttu gitti.

Okul çağı gelince, okula gönderdik ama aklı fikri topta. Ben de gençken futbol oynadım ama bu bir başka. Gözü futbol topundan başka hiçbir şey görmüyor. Mahalle arasında futbol oynuyor, gürültüden dolayı komşulardan hep şikayet alıyoruz. Mahallenin gençlerinin oluşturduğu bir futbol takımı varmış. Gitmiş o kulübe girmiş. Akşam eve geliyorum, oğlan kanter içinde, su gibi olmuş, sobanın yanında ısınıyor. Annesi tuvalette çamurlu ayakkabılarını yıkıyor. Diğer çocuklarıma bakıyorum, hep ders çalışıyorlar. Bu daha kitaplarının kapağını açmamış. Kitaplar kullanılmadığı için öylesine yeni gibi duruyor ki, her senenin sonunda o kitapları satıp, kendisine harçlık yapıyor.

10 yaşına gelince tutturdu beni seçmelere götürün diye. Ayten ona zaten hiç kıyamaz. O ne isterse yapar. Ertesi gün dolmuşa binip, şehrin süper ligde oynayan takımının seçmelerine gittiler. Annesi anlattı, binlerce çocuk varmış. Onların arasından bizimkini seçmişler.
-İsmail görmeliydin halini. Dolmuşa bindik eve geri dönüyoruz, sevinçten yerinde duramıyordu. “Anneciğim sana söz veriyorum. Seni saraylarda yaşatacağım” dedi bana.
-Altyapıda para da vermiyorlar. Nasıl göndereceğiz, forması, eşofmanı, dolmuş parası.
-Ses etme İsmail. Allah büyük, yaparız birşeyler.

Benden gizli gizli annesiyle gidip, taksitle krampon almışlar. Ev ile antrenman yapılan yer arası 10 km mesafe var. Hergün yürüyerek gidiyor. Soğukta elleri, yüzü morarmış biçimde geri geliyor. Çocuk sıcak bir banyo yapacak, tüp bitecek diye şofbeni bile açmıyorlar. Diğer taraftan, Ebru ile Engin’in dershanelerine para yetiştirmeye çalışıyoruz. Ayten her akşam, onun kıyafetlerini yıkayıp, sobanın yanında kurutuyor ki, sabaha hazır olsun. Bu çile 5 sene boyunca sürdü.

Erkek Lisesi’ne giderken bir gün Tarih öğretmeni annesini çağırdı. “Hanımefendi, bu çocuğun kafası boş, bundan birşey olmaz” dedi. Hepimiz biliyorduk onun futboldan başka hiçbir şeye ilgisinin olmadığını. Zaten o yılın sonunda ilk profesyonel imzasını da attı. 100 milyon lira verdiler. 10 lirasını cebine koymuş, 90 lirasını annesine vermiş. Ayten de gitmiş, 90 lirayla oğlu güçlensin, toplara daha iyi vursun diye et almış, muz almış. Nerede pahalı şey var, gidip almış, gelmiş mübarek.

Bir süre sonra Ankara’dan transfer teklifi geldi. Annesi ağladı etti ama kendisiyle aynı kulüpteki iki arkadaşıyla birlikte Ankara’ya gittiler. Daha 16 yaşındaydı. İki arkadaşı yapamamışlar dönmüşler. Bizimki her akşam yorganın altına girip, anneciğim, babacığım diye ağlıyormuş. Annesiyle telefonda konuşmuş. Annesi “istersen dön yavrum” demiş. “Sizin için kalıyorum. Para kazanmam, sizi rahat yaşatmam lazım” diye cevap vermiş.

O sene 2 milyar para kazandı. Hepsini bize gönderdi. Tıpkı öldüğü güne kadar yaptığı gibi. Ve bugün, sahip olduğumuz herşeyi ona borçluyuz. En son aldığı arabayı bile annesinin üzerine yapmış. Evladın hayırlısını yetiştirmişiz.

O gidiyorum dediğinde 26 yaşındaydı. Onu transferin son günü, cennete transfer ettik.

Umarım oralarda bir yerlerde, taksitle krampon satılıyordur.

Ediz Bahtiyaroğlu'nun Babası

Kaynak: Tribündergi

Babam 'gidiyoruz' dediğinde 13 yaşındaydım...

14 Ocak 2013 Pazartesi

Farklı Bir Adam: Zlatan

İbrahimoviç'in her zaman farklı bir mizacı göze çarpıyor. Ballondor'dan sonra Messi'yi 4 tane ödüle sahip olabilir ama çikolatayı otomattan alırken benim de taburenin üstüne çıkmama gerek yok diyerek Messinin boyuyla dalga geçmiş. Onun gibi çok oyuncu var son 3 aday arasına kalması büyük şans diyerek de C.Ronaldoyu eleştirmiş. Çok sevdiğim biri değildi zaten ama bunlar sevenlerini de soğutur. Bugün de hakemin kararını beğenmeyip verdiği tepkiyi gördüm. Görmeye alışık olmadığımız komik bir tepki olmuş.


Bu da Ballondor yorumu http://www.tribundergi.com/haber/ibrahimovic-messi-ve-ronaldo-ile-alay-etti?utm_source=tribunn.com&utm_medium=urlshort

Dansların Tarihçesi

Beyaz her zaman sevdiğim bir showman olmuştur. Bana göre kendi sınıfında da en başarılısı. Özellikle yaptığı iğnelemeler kısa skeçler harika. Bu da en son izleyip beğendiğim.


12 Ocak 2013 Cumartesi

Başlangıcımsı

İnternetin bulunuşu veya Türkiyeye gelişi benim çocukluğuma denk geliyor. Babam da bilgisayar ilk çıktığında binlerce dolar ödeyenlerden. 1997 de üçüncü kez bilgisayar almıştı. Aldığı ilk masaüstü bilgisayardı. Ondan öncekiler Dell ve Macbook laptoplardı sırasıyla. Gerçi bunları yaşandığı zamanlar pek net hatırlayamıyorum ama daha 5 6 yaşındayken ilk e-posta hesabımı almıştı bana. isim_soyisim@hotmail şeklindeydi. Paintten resim çizip bilgisayarın eğlenceli yönünü keşfettiğimi hatırlıyorum bir de. Ondan sonra yahoo ve mynet ten de mail adresleri aldım. Pokemondan kahramanımız 'ash' bu mail adresimde yer edinmişti. 7-8 yaşında birinden isim soyisim şeklinde adres almasını beklemek hayal olurdu zaten. O 97 de alınan bilgisayarı 7 yıl daha kullandık gerçi. Maddi durumlar sebebiyle yenileme imkanı olmadı. Msn'i sık kullanmaya başladım ama o bilgisayarda oyun oynamak gerçekçi bir istek değildi. Fifa 99 ve Need For Speed 2 anca çalışıyordu. En az sistem gerektiren oyunlardan Championship Manager 4'ü yüklemiştim yüklemesine ama bir sezonu bitirmeye bile dayanamadım. 2004 den bu yana yaklaşık olarak yılda bir laptop alıyoruz. Gerçi benim oyun hevesim kalmadı bu sırada. Bu ihtiyacımı gerek internet gerek playstation kafelerde giderdim. Icq ve benzeri chat siteleri hiç ilgimi çekmedi açıkçası Facebook da ilk çıktığında çekmemişti. Uzun yıllar direnip 2008 de sıkıntıdan açtım Facebook hesabımı. Hala da sevmem gerçi. Vakit geçirmek için günde bir kere gezinirim anca. Benim için internetin anlamı 2011 de açtığım twitterla değişti. İlk zamanlarında twittera da karşıydım. Saçma ve gereksiz geliyordu. Fakat şimdi günde saatlerimi twitterda geçirdiğim oluyor. Tanımadığım insanların yazdığını okumakla yetinmiyor, hiçbirini tanımadığım arkadaş gruplarının muhabbetleriyle eğleniyorum. Tabii ki ilgimi çeken muhabbet konularında. Özellikle futbolla ilgili başka hiçbir yerde bulamayacağımız harika muhabbetler nam-ı diğer goygoylar dönüyor. İlk olarak açma amacım gündemi takip etmekti şimdi neredeyse hiç umrumda değil takip ettiğim 2-3 haber sitesinin twitlerine göz gezdirip linki bile açmadan geçiyorum. Haber siteleri ve uygulamalarına girmeyi de bıraktım telefonumdan. Bu arada twitterin en güzel takip edildiği yer telefon. Bilgisayardan girince o kadar eğlenceli olmuyor. Foursquarede de geçen sene hesap açtım. İlk hafta her yerde her sokakta check in yapıp 300 gibi bir puana ulaştım ondan beri çok nadir kullanıyorum. Hatta geçen gün bir check inime 20 puam verdi ama yine de geri dönmedim. İki üç ay önce vizelere çalışırken ekşisözlük okurken birden yazmaya karar verdim. Bu heves daha çaylaklığı aşacak kadar bile twit atmadan bitti. Belki bir gün geri dönerim.

Blog açma fikri ise son bir kaç yıldır kafamdaydı. Bir kaç aydır da ciddi olarak düşünüyordum isim bulmak sıkıntı oldu. İsmimin baş harflerinden başka nickim olmadığı için yeni bir şey aradım. En sevdiğim futbolcu yazar ismim oldu. En çok sıkıntı çektiğim problem zeki olarak tanımlanmak ve her şeyde mükemmele ulaşmamın beklenmesi de adres ve başlık oldu. Bu ilk yazımda da kısaca yazma amacımı yazacaklarımı kısaca anlatmak istemiştim çok saptım. Gerçi bu blog genelde muhtemelen böyle olacak. Sevdiğim yazı, video, resim ve müzikleri paylaşıp arada da yazılar yazıp kurtlarımı dökmeyi planlıyorum.

Not : İngilizce afili cümle kurmaktan hiç hoşlanmam hatta ingilizcem gayet iyi olmasına rağmen kuramam da. Fakat başlık ve blog adresim ingilizce oldu ama Türkçede de güzel cümle kurmak veya güzel bir adres bulmak çok zor. Bazıları zeki olduğumu söyler güzel bir blog ismi olmazdı zaten çok uzun. Başlığın ise tercümesi zaten çok saçma.

Not 2 : Bu kadar uzun yazıyı kimse okumaz. Ben bile dönüp bakmam muhtemelen ama hoşuma gitti bu blog fikri. Kim olduğumu belirtmeden kim olduğunu bilmeyeceğin insanlara kendini, dertlerini anlatmak sevdiklerini paylaşmak. Hayırlı olsun blogum.